6 Aralık 1931 doğmuşum, iyi mi etmişim?
37 İlkokul siyah önlük, beyaz yaka, toplumda ilk fiyaka
41 Orta mektepte soluk beniz, kısa saç ve umutlardan kıskaç
1945 Lise, pembe hayaller, yeşil filizler, yorulmayan dizler
Akademi 1950 renk dünyasında renksiz yelkenli
1952 film, plak, dik bir boyun ve alın ak
1954 sahne, çile, para, çile artık ne dilersen dile
62 en büyük aşkım, 62 en deli gönlüm, 62 en neyse
Bindokuzyüz bilmem kaç veda kara dünyaya
"Kendi Sözleriyle Zeki Müren"Batmayan Güneş Belgeseli'nden"
Zeki Müren son olarak hayatını kendi ağzından TRTde Kürşat Özkök'ün hazırladığı "Batmayan Güneş Zeki Müren" belgeseli için anlatmıştı. Belgesel 10-11-12 Eylül tarihlerinde yayınlanmıştır.
Yalnız Allah'tan korkarım, Allah'ın dediği olur. Bu büyük alemi yaratan ve de yöneten yüce kudret, alnımıza bir yazı yazıyor diyorum ben doğarken. Doğuyor, yaşıyoruz. Ama pembe… Ama gri… Ama siyah olaylarla geçiyor bir ömür ve sonra da çaresi yok ölüyoruz. Evet. Ben bazen ölümü de özlüyorum. "Ölüm özlenir mi?" diyeceksiniz. O beni özlemeden ben yakınlık kurarım.Yeter ki tanrı onun bile hayırlısını versin. Gecinden versin. Başkalarına çektirmeden, gına getirmeden, başka kimseleri rahatsız etmeden… Ne demiş atalarımız? "İki gün yatak, üçüncü gün toprak..." Toprak verimlidir. Yine üzerimizde çimler bitecektir, yine onların da arasında kır çiçekleri olacaktır. Onlar bahar rüzgarlarıyla sallanıp şarkılar söyleyecektir. Yeniler yetişecektir. Sonbahar gelir, kış gelir ama pıtır pıtır o pembe beyaz baharlar sardı mı bambaşkadır…
Binlerce, onbinlerce, kanayana kadar alkışlayan ellerden sonra bir yatak odası ve dört duvar, bir ayna, elbetteki yavaş yavaş başlayan bir bunalım. Uzun yıllar sonra günde 34 ilaç ve iki insülin iğnesi ve bununla yaşayan yapayalnız, evet hayret edeceksiniz ama yapayalnız bir Zeki Müren...
1931 yılının 6 Aralık Cuma sabahı ezanlar okunurken Bursa'da, Hisar semtinde Ortapazar Caddesi'ndeki 30 numaralı, iki katlı ahşap evde doğdum. Babam kereste tüccarı Kaya Müren, annem Hayriye Müren'dir. Başka kardeşim yok, tekim.
İlkokul 1. sınıfa başladığımda çelimsiz, zayıf, kırpma saçları böyle platine kesilmiş, Tophane yokuşundan uçarcasına kendini bırakan bir çocuktum. Çünkü hemen o yokuşun sonunda ilkokulumuz vardı.
İlkokulu, Bursa Osmangazi İlkokulu'nda bitirdim. Tophane Okulu, sonra da Alkıncı İlkokulu oldu. Efendim, okulumuz bir çıkmaz sokağın sonundaydı ama çıkmaz sokağın başında Osmangazi Hazretleri'nin ve de Orhangazi Hazretleri'nin türbeleri yanyana yeralmıştı. Arasından bir yolla Tophane bahçesine girilirdi. Şu meşhur kuleli, uzun bir kule olan içinde, halka açık bir bahçeydi o zaman da, şimdi de herhalde öyledir.
Bursa'da sünnet olan her çocuğun fayton araba, böyle çiçeklerle süslenmiş atlı fayton, o zaman landon da denirdi, landon arabayla ilk ziyaret ettiği zat Emir Sultan Hazretleri'ydi. O süslü arabayla Emir Sultan'a gidilir, dua edilir, eve dönüldükten sonra sünnet olayı gerçekleşirdi. Ben 11 yaşında sünnet oldum. Elbette ki o landon, yani faytonun büyüğü olan atlı arabayla böyle başımdan teller, sağ omuzumdan aşağı doğru iniyordu ve şapkamda da hakiki hem anneannemin hem teyzemin broşları ön kısmını süslüyor, bu bir adettir, yani her çocuk öyle süslü bir şapka giyerdi. Efendim şimdi asıl bir noktaya geleceğim. Emir Sultan Hazretleri'nin türbe ve camiini ziyaret ettikten sonra muhakkak uhrevi bir hava ile eve dönülüp, insan sünnet acısını hissetmezdi. Buna inanmanızı bilhassa istirham ediyorum. Emir Sultan Hazretleri dedim de rahmetli babacığımın kabri de şimdi hemen onun yamacında. Allah gani gani rahmet eylesin. Çok sevdiğim anneciğimden öğrendiğim Emir Sultan İlahisini ilk olarak bu programda sizlere sunmak geldi içimden ve okuyorum efendim.
Emir Sultan
Medine'den bir er uçtuUçtu da Bursa'ya düştüGörenlerin aklı şaştıEmir Sultan hu hu benim şeyhim huSağ yanında oğlu yatırSol yanında kızı yatırVar kendini Nur'a batırEmir Sultan hu hu benim şeyhim hu
Ortaokulu yine Bursa'da, Tahtakale'de 2. Ortaokul'da tamamladım. Sesimin güzelliğini İlkokuldaki öğretmenlerim keşfetti ve okul müsamerelerinde bana başrolü vermeye başladılar. İlk rolüm bir çoban rolüydü. Etrafımda kızlar dönüyordu ve kepenek giymiş olarak aralarında şarkı söylüyordum.
"Çobanın kulübesi sazdan samandanİçine de girilmez tozdan dumandanÇoban yarin ölmüş, bıraksana kavalıİşte bıraktım kavalı, neden ölmüş zavallı?"
deyip ağlıyordum. İlk rolüm budur. Hayatımdaki ilk rol.
Ortaokulu bitirdikten sonra Bursa bana adeta dar gelmeye başladı. Büyük şehre taşmak arzusuyla yanıyordum. Büyük şehir tabi ki İstanbul'du. Babama rica ettim ve İstanbul'da Boğaziçi Lisesi'ne yazıldım.
Boğaziçi lisesini birincilikle bitirip, Kabataş lisesinde verdiğim olgunluk imtihanlarını da pekiyi dereceyle kazandıktan sonraydı. O zaman sınavla öğrenci kabul eden tek okul Güzel Sanatlar Akademisi'ne, şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi, imtihanlarını kazanıp girdim. Ve Akademi günleri başladı. Ne tesadüftür ki İstanbul Radyosu'nun açtığı ve çok büyük bir juri heyetinin huzurunda 186 kişiden bir tek benim kazandığım solist sınavına elbette ki başım dönerek girdim, sendeleyerek çıktım. Sevincim sonsuzdu, juri üyesinin gözlerindeki takdiri okuyordum, adeta başım dönüyordu ve bana seans verilecek günü kalbim gümbürdeye gümbürdeye bekliyordum.
Stajyerliğe tabi tutulmadan 1951'in 1 Ocak gecesi 20:30'daki 45 dakikalık en büyük program için, tanrım gani gani rahmet eylesin, çok büyük üstad Refik Fersan Beyefendi ve muhterem eşi Fahire Fersan hanımefendinin telefondaki o zarif, o nahif, o şefkat dolu sesi beni sevinçten çılgına çevirmişti. Gel diyorlardı. Gel, iki saat sonra en büyük seansı sen yapacaksın. İstediğin makamdaki bir dosyanı kap ve hemen koşa koşa gel. Tanrım sanki bana kanat takmıştı. Uçuyordum, adeta yön tayin edemeden uçuyordum. Radyo koridorları ve A stüdyosu. Kırmızı "prova" ve "susunuz" yazan 2 ışıklı levha, ortada büyükçe bir mikrofon ve karşımda yalnızca 5 saz sanatçısı. 5 sanatçı ama ne 5 zat! Hakkı Derman Bey, Serif İçli Bey, Şükrü Tunar Bey, Refik Fersan Bey, ve Necdet Gezen Bey. Küçük bir provadan sonra seansıma başladım. Ayaklarım yerden epey yukarıda boşlukta sallanıyor, böyle başarı kanatlarım beyaz bulutlara değiyordu sanki. Hicaz makamı ile başladım. Okunması kolay olmayan klasik parçalardan, en sonundaki "Yanık Anadolu Mayası"na kadar rüyada gibi söyledim, söyledim, söyledim... Gözlerimi kapadığımda gök kuşağından tüm renklerin nokta nokta uçuştuğunu sezinliyordum, fakat tabi ki notaya bakmaya mecbur olduğum için yine siyah beyaz yazılara dalıyordum. Bir asır kadar uzun veya bir saniye kadar kısa süren bu ilk seansımdan sonra tebrik telefonları, mektuplar, merak edenlerin sualleriyle dolu bir sürü istek, Bursa'dan rahmetli anneciğimle çok yakında kaybettiğimiz ve çok üzüldüğümüz büyük sanatçımız Sayın Hamiyet Yüceses Hanım telefonla adeta aynı anda, bir iki dakika arayla aradılar. İkisi de ağlıyordu. Hem ağlıyorlar hem kutluyorlardı. Ne kadar mutluydum. Biri Türkiye'nin en meşhur sanatçısı, diğeri beni doğuran ana. Ben onun ninnileri ile Türk Müziği'ni tanımıştım. Radyonun kapısına insanlar ve arabalar dolmuştu. Canlı neşriyatta tabii o zaman bant falan yok. Zaten ben İstanbul'a gittiğimde 12 sene canlı neşriyat yaptım. Canlı neşriyatın heyecanı çok başkadır, güzelliği çok başkadır. Mesuliyeti de tabi çok büyüktür. Kimdi bu çocuk diyorlardı. Gevrek, genç, tenor bir ses. Acaba kadın mıydı, erkek miydi aralarında iddia gidenler olmuş. Alın yazısında ne yazıyorsa o oluyor efendim. Anadolu'dan net dinlenemeyen İstanbul Radyosu, o zaman Ankara Radyosu'nun tüm Anadolu'ya hakim olduğu yıllar ve tesadüfe bakınız o hafta sanatçı Şükrü Pınar Bey'in beni okuldan alıp, Yeşilköy'deki plak fabrikasına götürüp kendi eseri olan "Muhabbet Kuşu" nu plak okutması beni tüm Anadolu'ya tanıttı. Çünkü yeni biri çıkmış, İstanbul Radyosu Marmara bölgesi haricinde cızırtılı dinleniyor diyelim. Ama "Muhabbet Kuşu" plağı öyle değil. Edirne'den Ardahan'a her tarafta plak rekoru ve de beni ilk tanıtan şarkım "Muhabbet Kuşu".
Bestekârlık, şairlik, ressamlık, icracılık olur da, film çevirmeden bırakırlar mı adamı? Hadi Zeki'cik dedim, ha gayret. Ben de zaten çocukluğumdan beri hevesliyim, evimde yaptığım 5 yaşından itibaren çocuk müsamereleri, bu filmlerin ve tiyatroların ilk provalarıydı. Efendim ilk filmim, Cahide Sonku isimli ilahenin karşısında oynamak... Yani "Beklenen Şarkı"ydı. Beyoğlu'nda Cahide Sonku'nun resimlerini tek tek, tekrar tekrar izlemek. Sene 1953'te karşılıklı devrin en büyük filminde oynamak... En büyük diyorum, megalomani saymamanızı rica ediyorum. Çünkü o devir için 8,5 ayda biten ve de benim kendi dublajımı kendi yaptığım, bu da bir başarıydı tebrik ettiler tabii dublaj yapanlar ve de halkımız, çok güzel sonuç alındı, gişe rekorları kırıldı fakat Cahide Hanım neden bilmem çok güzel, çok büyük, biraz hırçın, biraz da kaprisliydi. Filmin gişe rekorları kırması ve de galalarda arabamızın havaya kaldırılması bu büyük fakat hırçın sanatçı etrafını kırıyor bazen, ben hariç herkesi üzüyordu. Tabii dolayısıyla ben de elbet üzülüyordum. Ve bu film yolu kader çizgimde parlak ve parlak olduğu kadar da virajlı ve engebeli olan bir yoldu. İnsanüstü bir güçle hem akademi son sınıfı pekiyi dereceyle bitirip hem de geceleri film çevirdiğim günlerde evimin merdivenini daha o yaşta zor çıktığımı hatırlıyorum. Hepsi halk içindi. Beni yaratan, beni yaşatan halk içindi. Hepsine helal olsun. Candan helal olsun.
26 Mayıs 1955 yılında sahne konserlerim başladı. Sahnede giydiğim ilk beyaz frag, ilk bordo simokin ve papyonuma işlettiğim küçük bir inci bir çok söylentilere yol açtı. Fakat bu gün bir çok sanatçı bunu tatbik ettiğine göre demek öncülüğünü yaptığım için memnun olmam gerekiyor. Bir de ben talebeyken tatil günlerinde diğer sanatçıları dinlemeye birçok gazinoya gitmiştim. Saz heyeti değişik kostümlerle sahneye çıkıyorlardı. Diyordum ki içimden bir gün sahneye çıkarsam ki bundan emindim, çıkacaktım okulum bitince, saz heyetine bir forma giydirmek, halk konserleri olduğu için bu siyah simokin olamazdı tabii ki mavi ceket, gri pantolon ve lacivert papyon olarak saz heyetine ilk aynı biçim ve renkte formayı ben giydirmiş oldum. Önce itiraz edenler oldu mesela merhum büyük üstad Salahattin Pınar Bey ben giymem dedi önce, rica ettim üstadım dedim siz çok şıksınız, gerçekten çok şık giyinen bir insandı Pınar, ne olur dedim kırmayınız, diğer sanatçılara örnek olunuz, peki dedi evladım ben de aynı elbiseyi giyeceğim dedi kabul etti.
Sahnede okuduğum ilk şarkı "Var mı hacet söyleyin ey Gülşen'im, ben kulunum sen efendimsin benim" isimli Muhayyer Kürd-i şarkıdır. Bu arada sahneye bazı yenilikler getirmeye çalıştım. Mesela halka daha yakın olmak için, arkadaki masalara daha yakından hitap etmek için podyum denen, "T" denen sahne çıkıntısını ben rica edip müessese sahibine yaptırdım. Dolayısıyla el mikrofonu kullanmam gerekti çünkü kordonsuz bir mikrofonla arkalara doğru uzanamazdım. Arkamda bir dekor olmasını istedim ve yaptılar. Sahneye ilk ark ışıklarını vurdurtmak ilk bana nasip oldu nacizane. Ve kostümlerimde büyük değişiklikler yaptım. Mesela simokinden, yakaları işlenmiş bir kostüme geçtim. Bir sezon sonra Türk motifleriyle bezenmiş, ki bunları nacizane kendim çiziyordum, başka bir simokin giydim. Ondan sonra daha fazla renkli, işlemeli, modern desenli kostümler giymeye başladım. Yine konserimin başında siyah bir simokin kullanıyordum. Sonraki şarkılarda dört - beş kostüm değiştirmeye başladım. Ve bunlar pelerinlere hatta mini şortlara kadar gitti. Halkımız hoş karşılamasaydı bunları giymezdim. Müstehdi bir bakış sezseydim zaten hemen keserdim bu işi ve smokin giymeye devam ederdim.
"Altın Plak" armağanını 1955'te Manolya isimli bestemle ilk alan nacizane bendenizim efendim. Her yıl bir film çeviriyordum ve gazino konserlerim devam ediyordu.
1957 yılında yedek subay olarak askerlik görevimi yaptım. İlk altı ay Ankara Piyade Okulu'nda, ikinci altı ay İstanbul Harbiye Temsil Bürosu'nda, üçüncü altı ay Çankırı'da teğmen olarak askerlik görevimi tamamladım. Sonra tekrar sahnelere döndüm. Plakları okumaya devam ettim. Her yıl o zaman on - onbeş plak okuyordum henüz longplayler yoktu. Radyo seanslarım devam ediyordu ve canlı yayındı. Banta alınmıyordu.
1965 yılında akademide ve daha sonra yaptığım resimleri 3 şehirde sergiledim. İstanbul'da Olgunlaştırma Enstitüsü'nde, Ankara'da Fransız Kültür Derneği'nde, İzmir'de Yumru Galerisi'nde resimlerimi, desenlerimi sergiledim halkımıza ve o yıl şiir kitabı çıkardım. Kitabımın ismi "Bıldırcın Yağmuru". içinde 100'e yakın şiirim var nacizane efendim. Okuduğum şarkıyı önce kendi kalbimin içinde hissediyor, sonra elektronlarımla beni saygıyla dinleyen kadirşinas dinleyicilerime sunuyordum.
Alkışlar… Alkışlar… Sonra taklitler taklitler, kıskançlıklar, tahrikler. Sahne arkasındaki giyinme odamda, masanın üstünde "Mitol" isimli burun damlam var. Genizlerim tıkanınca sahneden evvel iki damla damlatıyorum ve öyle çıkıyorum. O küçük şişenin içine kezzap doldurdular. Güya ben burnuma o Mitol damlasından çekince ses tellerim "Kırık Plak" filmindeki, tabi o senaryo icabı öyleydi, ses tellerim zedelenecek ve okuyamayacağım, ortalık başkalarına kalacak. Ey güzel Allah'ım, ey! Bu ne zalimliktir, bu ne vicdandır? Bu nasıl namustur, bu nasıl haysiyettir? Ben cevabını bulamadım. Daha neler, daha neler...
Hala benim dahi izah edip derinine malesef inemediğim bir yalnızlık duygusu var şöhretin içinde. Belki de dışında, kabuğunda… Evet bir yalnızlık duygusu… Yanında, yakında, gerçekte çileni paylaşacak çok candan kişileri göz bebeklerinin en derinlerinden gizlice dışarı sızan bir çekememezlik ve bir acılık, yani dostlukların yavaş yavaş eriyişi ve de, ne yazık esefle söylüyorum, bitişi.
Doktorlar sahneyi yasakladıktan sonra beş sene üst üste Bodrum Kalesi'nde epeyce uzun süren konserler verdim. Bodrum için can bile verilir. Çok güzel geçti konserler. Doğu'dan, Batı'dan, Kuzey'den, Güney'den pek çok sevenim kaleyi doldurdular. Yani Aspendos yavrusu olarak düşünüyorum ben bu konserlerimi. O Aspendos konserinin, hayatımın, sanat hayatımın tacıdır dediğim konserimin, bir tatlı sadık yavrusu olarak görüyorum. Çünkü orası yirmi yedi bin kişilikti. Muhteşem birşeydi. Burası da sevgi ve saygı bakımından aynı ihtişamı yaşattı ve yaşadı.
.............
İstanbul Yeşilköy'deki İnternational Hospital'da 19 gün yatıp kontrolden geçtiğimde, üç sene evvel oluyor bu olay, çok sevdiğim doktorlarım bana ebedi bir arkadaş takdim ettiler. Bu dostun adı İnsülin idi. Meğer ben şeker hastasıymışım. Onu bilemiyordum. Sabah ve akşam muntazam olarak, 7'de ve 19'da, 22 deziyem iğnemi karnımdan kendi kendime yapmayı öğrendim. Ve şimdi çok rahat o işi kendim görüyorum çünkü sabahın 7'sinde iğneci bulmak da çok güç, başkasını uyandırmak da imkansız. Efendim, pankreasım nedense bana küsmüş, gereken maddeyi vücuda vermiyormuş yani adı tatlı olup da perhizi pek kolay olmayan şeker hastası teşhisi konmuştu. Söz dinlemek ve tavsiyelere uymaktan başka çarem yoktu. Allah'tan perhizime ve ilaca alışkındım, sıkılmadan devam ettim ve etmekteyim.