Bursa Tarihi
Bursa ve Çevresi
Bursa'da Tarihi Yapılar
Bursa'ya Dair
Bursa'da Ünlü İnsanlar
Bursa Müzeleri
Bursaspor
Bursa Doğal Güzellikler
Uludağ ve Dağ Turizmi
Bursa Kaplıcaları ve Termal Turizm

BURSA'DA TARIHI YAPILAR | CAMILER | ULU CAMII

ULU CAMİİ (Cami-i Kebir)

Sultan Yıldırım Beyazıt Niğbolu Savaşından evvel dua ederek bu savaştan zaferle ayrılması neticesinde 20 tane camii adak adar.Ve netice zafer olur.

Yıldırım'ın kızkardeşleri, eşleri geniş aile şeklinde Beysarayı'nda oturuyordu. En büyük oğlu Ertuğrul, Aydın'da; Rumeli'de idi. Mustafa, İsa, Mehmed ve Musa, vezir ve Lalalarıyla değişik yerlerde valilik yapıyorlardı ya da gezi anlamında seferde idiler. Bir gün, eşleri sarayda; Germiyan Beyi'nin kızı pevlet Hatun, Dülkadir Beyi'nin kızı Sultan Hatun, Aydınoğdu İsa Bey'in kızı Hafsa Hatun; kızları Fatma, Melek ve Huncü Hatun'lar ile haremlikte yemek yediler. Damatları ve yaranları yan salonda yediler. Yıldırım selamlığa geldi. Oturup sohbet ederlerken söz, adağı olan, yirmi camiyi yaptırma konusuna geldi. Yıldırım:
_- Adağım olan 20 cami inşaatı için hazırlıklar gerek. Ayrıca ihtiyac olan yerleri seçmek lazım. dedi
Damadı Emir Sultan:
_- Hünkârım, yirmi yere yirmi ayrı cami yapacağınıza, yirmi kubben bir "Camiî kebir" yapsanız. Bu hem devleti aliyenizin haşmetmi, hem dini mübini İslâm'ın üstünlüğünü, dosta düşmana gösterir. Hem Burusa'mızın cuma ve bayramlarda toplanan cemaate yetecek bir büyük camiye ihtiyacı var.
- Benim adağım yerine gelür mü?
- Beli sultanım, gelür.
Bu konuşmalardan sonra, sultan bir ferman yazdırarak, "Cami" kebir" yapma çalışmalarını başlattı.Emir Sultan, cami yeri olarak, rüyasında, Emir Han'ın üstündeki meyye bahçelerini, sınırları belirlenmiş yemyeşil bir saha olarak görmüş. Bahçeler paraları ödenerek satın alındı. Hatta doğu minaresi için Emir Han'ın ahırlarının yıkılması gerekiyordu. Vakıf olduğu için onun da parası ödenerek yıktırıldı

Camiî Kebir (Ulu Cami) İnşaatı Başlıyor...

İbrahim Paşa, Yıldırım'ın emriyle, Camiî kebir (O zamanlar şehirdeki en büyük cami anlamında.) inşaatının mes'uliyetini üstlenmişti. Hazine veziri Hüseyin Paşa, Hacı İvaz, Umur Bey, Ali Neccar gibi zamanın iş bilir, ileri gelenleri inşaatla ilgili işleri görüşmek için toplandılar. İbrahim Paşa:
-Ağalar, Camiî kebir dikmek, büyük bir iştir. Bildiğiniz gibi, Anadolu'da, kimsenin koruması olmadan (başka sultanlığa haraç vermeden) varlığını devam ettirebilen, büyük devlet olmak düşleyen, özünü civar beyliklerden yüce gören beylikler, cum'a namazının kılındığı yer olduğu için, "hür olduğunun, egemenliğinin" alâmeti alarak, Camiî kebir diker. Camiî kebir'i olan beylik, civarındaki beyliklere demek ister ki: "Buraların hükümranı benim, bana taabi olun." Yani bu, "devlet' olma nişanesi sayılır. Gene bildiğiniz gibi, Anadolu ve Rumeli'nin en büyük hükümranlığı, hamdolsun, bizimdir. Demek ki en büyük ve farikalı Camiî kebir bizimki olmak gerektir.
Dinleyenlerin hepsi, bu söylenenleri tasdik eder ve memnuniyetlerini gösterir şekilde sözler söylediler, ibrahim Paşa, devam etti:
- Diyarıbekir, Sivas, Koniya, Birgi, Magnisa, Arzıyırum (Erzurum) gibi büyük ve meşhur Camiî kebir'i olan Ellere ikişer kalfa göndersek de camimizin hendesesini ondan sonra yapsak. Ali Neccar:
- Adam göndermeye hacet yok. Koniya ve Diyarıbekir'in camileri, kiliseden devir alınmadır. Büyüktürler; ancak hendesi (Mühendislik hesaplı, planlı) değildirler. Magnisa ve Birgi camileri hastırlar fakat küçüktürler. 1179 yılında Saltukoğlu Nasiruddin Muhammed'in Arzırum'da yaptırdığı Camiî de has bir Camiî kebir'dir. O Camiî eyi bilirim. Yüz ona seksen iki adım, (54 x 41 metre) büyüklüğünde cesim, yüksek bir binadır. Kıbleye doğru yedi bölmedir, Arzırum'un kara taşından yapılma, yüksek kemerlidir; ancak çok sanatlı, müsenna vezinli ve nâzım (Simetrik ölçülü ve düzgün) değildir. Bizim yerimiz daha genişdir. İnşaallah bizim camimiz daha cesim, sanatlı müsenna vezinli ve muhkem (Sağlam) olacaktır.
İbrahim Paşa, Ali Neccar'ın bu bilgili konuşmalarından memnun oldu. Zaten ona vazife vermeyi düşünüyordu. İşinin ehli; usta, kalfa, amele tedarikim İvaz Bey'e; hendesi mukavemet (mühendislik) ve mimari tasvirlerini, Ali Neccar'a ve ustalarına; malzeme tedariki işlerini de Umur Bey'e, taksim ettiler. Para işlerini Hüseyin Paşa takip edecekti.

İşbaşına

Yirmi kubbeli bir Camiî kebir yapılacağı haberi Bursa'da duyulunca, "Yirmi kubbeli bir caminin tutturulamayacağını" iddia edenler ortaya çıktı. Bazı boşboğaz insanlar orada burada: "On adam boyunda duvar mı olurmuş, diyordu. Bazıları da: "Böyle büyük bir binanın inşasının mimarlarca kabul olmayacağı, bunun bir heves olduğunu." söylüyordu. Böylesine büyük bir camiyi herkesin kafası almıyordu. Baş mimar ve ustabaşı olarak en çok Ali Neccarı ve İvaz Paşa'yı görüyordum işin başında. Uzunluluğu 68 metre, genişliği 56 metre dikdörtgen olacak şeklinde planlanmıştı. İnşaatta çalışacak usta ve amele bulmak için tellallar çıktı. Günlerce derin temel kazıldı. Toplanan birçok mimar; usta, kalfa, duvarcı, tesviyeci, harçcı, amele ara vermeden; sıcak soğuk, kar kış demeden çalışıyorlardı. Herkes işbaşı yapmıştı.

Duvar hizasına gelince; doğu, batı ve kuzeye üç kapı yeri bırakıldı. Bunlardan kuzey tarafındaki kapı daha büyük olacak şekilde bırakılmıştı. Dördüncü bir kapı padişah ve şehzadeler için doğu duvarının güney duvarıyla birleştiği köşedeki ilk pencere olan yere bırakılmıştı. "Hünkâr Kapısı" denen bu kapı doğrudan iç köşedeki "Hünkar mahfiline" yani padişahların namaz kıldığı bölüme açılıyordu. (1945 yılına kadar kullanılan bu kapı o yıl kapatıldı.) İnşaatın başlamasıyla toplanan yüzlerce usta ve amelenin tayını (yemekleri) için İvaz Paşa'nın kardeşi Umurbey görevlendirilmişti. Umurbey, malzemelerin ve haftalık 'tayın'ın miktarı ve akçasını Yıldırım'ın Kethüdası Hüseyin Paşa'ya arz eder ve tahsilat yapardı.

Somuncu Baba

Geniş omuzlu, nurlu yüzlü, çoğu beyazlamış gür sakallı; karşı, kirpik ve gözleri kara, 45 -50 yaşlarında bir fırıncı geldi. Aslen Kayseri veya Darendeli olan, eğitimini önce Şam sonra Tebriz'de yapan zahirî ve batini ilimlerde âlim olan; fakat Bursa'da kendini fırıncı olarak tanıtan kendi halindeki bu kişi, Bursa halkının çok sevdiği, "Hamidi Aksarayî" idi. Üstünde nohutî renkli, bol bir gömlek vardı. Ekmekçi Koca da denen bu fırıncı Umurbey'e:
- Unlarını verirseniz her gün bütün amelenin somununu sıcak olarak vereceğim, dedi. Umurbey'in:
- Yeter fırının, adamın var mıdır baba, sorusuna,
- Yetişiriz, yoksa taliplisi olur, taahhüt eder miydik beyim, cevabını verdi.
Eşeği ile her gün Keşiş Dağı'nın eteklerinden topladığı odunlarla pişirdiği somunlarla gerçekten de inşaat sürdüğü müddetçe amele hiçbir vakit ekmeksiz kalmadı. Hatta fakirlere bile parasız ekmek verdiği söyleniyordu. Artık amele ve halk, Hamidi Aksarayî'yi, "Somuncu Baba" diye tanımaya, çağırmaya başladı.
İnşaat hızla ortaya çıkıyordu. Pencereler boy hizasında bir sıra ve yukarıda da bir sıra olarak bırakıldı. Ortada "fil ayağı" denen 12 tane payende, geniş tutularak yükseliyordu. Sultan Bayezid'e Beysarayı'nda defalarca, caminin planlarını sunduklarını anlatan İvaz Paşa, bazen, başarıp başaramayacakları endişesi taşıyan yorgun gözlerle inşaatı inceliyordu. Çok sık ölçümler yaparak, kubbeleri taşıyacak ayakları titiz hesaplarla yükseltiyorlardı. Ali Neccar çok güzel çizim ve hesap yapan Hacı İvaz'a:
- İvaz Mirza, bu Camiî kebir'i sadece bugünün Burusa'sı ve insanları için değil, yüzelli yıl sonrasının Burusa'sı ve insanlarına da yapıyoruz, dedi. Hesap ve çizimleri ustalara anlatmaktan yorulmuş İvaz Paşa, başına doğrudan sardığı Burusa bezinden kurşunî renk sarığını yukarı itip:
- Sahih dedin, Ali Mirza, bu değgin mıhlı ve sağlam duvarlar en az iki yüz yıl ayakta durur.
Gelecek nesilleri göremeyeceklerdi; ama onların neyi göreceğini biliyorlardı. Böyle tahminlerinin ötesinde kalıcı bir iş yapmanın mutluluğu ile yorgunluklarını unutup huzurla birbirlerine gülümsüyorlardı.
Dört bir koldan cami tamamlanmaya çalışılıyordu. Kapılar, pencereler, mimber, mihrap, taban tahtaları, her biri zamanın en iyi usta ve sanatkârlarına tevdi edilmişti. Ara sıra mimarların değiştiğini görüyordum; ama inşaat hiç durmuyordu. Kalınlığı en az iki metre olan duvarlar içteki ayaklarla beraber yükseliyordu. Duvarların sağlam olması için bazı yerde kalınlık iki metreyi geçiyordu. Ayaklar geniş yapılıyordu. Kıymetli kefeke taşları sadece dış görünen yerlerde kullanılıyordu. Aralar moloz taşla örülüyordu. Taşların arasına Horasan harcı konuyordu. Toprak elenip, fırında pişirilip, kireçle karılırken yumurta akı ve süt konuyordu. Harcın içine konmak üzere her gün binlerce yumurta toplanıyor, kovalar dolusu süt geliyordu. Beli bükülmüş koca anneler her sabah elinde bir iki bakraçla harca konmak üzere inşaata süt getirirlerdi. Küçük çocuklar evlerinden gönderilen yumurtalan bırakırlardı. Bazen de oyun olarak yumurta çalıp kaçan çocukları görürdüm.
Dış duvarlar üst pencerelerin bittiği yerden itibaren "Horosan kemeri" denilen sivri şekilde kemerleşiyordu. İçteki ayakların araları da aynı şekilde kemerle birleşiyordu. Bu sivri kemere daha sonraki yüzyıllarda "Bursa kemeri" dendi. Bütün Osmanlı coğrafyasında karakteristik bu mimari üslup çok yaygın kullanıldı. Güney; yani kıble duvarının hem yüksek hem uzun olması mimar ve ustaları hayli düşündürüyordu. Bu kadar büyük bir duvarın yıkılabileceği konuşuldu. Sonunda her kubbenin altını müstakil bir duvar olarak planladılar. Hatta müstakil bu duvarı da iki ayrı kemerli yapmaya karar verdiler. Sonunda iş bitirilince, ustalar, mimar Ali Neccar'a hem tebrik hem de teşekkür anlamında "dış duvarlarda kullanılan bu kemerli taksimatın, kubbelerin ağırlığını taşıdığı ve de cephenin aleladeliğini (sıradanlığı), yekpareliğini ( tek parça olması) ve monotonluğunu giderdiği için çok ustaca ve güzel olduğunu." söylediler. İnşaat böyle devam ederek yükseliyordu.
Ulu Cami inşaatının başlamasından bir yıl sonra dış pencereleri tamamlanmıştı. Duvar ayakları arasına alt üst olarak iki sıra ikişer pencere yapılmıştı. İçte ayaklar arası kemerler bağlanmıştı. Pencereleri, kapılar ve tavanı; yani kubbeleri dışında yüksek taş duvarlarıyla cami-i kebir ortaya çıkmıştı.

İnsanlar Osmanlı'nın yükselişi gibi yükselen bu muhteşem yapının yanında küçücük kalıyorlar ve hayranlıkla seyrediyorlardı. Sanki cami inşaatı yükseldikçe Bursa ve Devleti Osmaniye (O zaman böyle deniyordu.) ayağa kalkıyordu.

Bir cuma günü, namazını Şehadet Camiî'nde kılan Bayezid, atının üstünde saltanat kapısından geçip, halkı selamlayarak inşaata geldi. Yanında vezirler, Kütahya, Amasya Sancakbeyleri, Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Paşa, Bursa kadısı Molla Fenarî, damadı Emir Sultan ve üstlerindeki kıyafet ve ciddiyetlerinden umun devlette (devlet işlerinde) oldukları anlaşılan kalabalık birgurup vardı. Etraf, merakla bakışan halkla doluydu. Gelenleri ivaz Bey karşıladı. Bayezid, ivaz Beye samimi bir şekilde: sarıldı ve sevgi gösterdi. Konuşa konuşa inşaatın içini ve dışını geezdiler. Başını kaldırıp kubbeleri inceledi. Sonra binanın görkemıli yükselişinden memnuniyetini göstererek:
- Para sıkıntımız yok. Cami en iyi şekilde ve zamanında bitirilsin, dedi.